26 Kasım 2013 Salı


Beyaz Toros, 1970’lerden 2010’lu yıllara, Kadir Manga ve arkadaşlarının Nurhak’ta öldürülmesinden Uludere-Roboski katliamına, Cumartesi Anneleri’nin yıllara yayılan mücadelesinden Gezi Direnişi’nde hayatını polis kurşunuyla kaybeden Ethem Sarısülük’e kadar, hukukun, yasaların, adaletin hiçe sayılması sonucu “devlet eliyle” öldürülenlerin tarihinden izler süren bir kitap. Faillerin, cezasız kalacaklarını ve devlet tarafından korunacaklarını bildikleri için son derece pervasız davrandıkları nice olay sıralanıyor Beyaz Toros’ta.
Deneyimli gazeteci Gökçer Tahincioğlu, sistemin “yok ediciliği”ni, modern, demokratik, insan hak ve özgürlüklerini esas aldığı söylenen bir devletin, en temel hak olan yaşam hakkını ihlal edişi üzerinden örnekliyor. Anlatılanların ortak sembolü, muhaliflere karşı yürütülen kirli savaşın araçlarından biri haline getirilen Beyaz Toros marka otomobil ise kitaba adını veriyor.

Bir yazarın biyografisi, bir huzursuzluğun romanı...

Şair, yazar, gazeteci Sefa Kaplan (1956), lise son sınıfta okurken Huzur’u “birdenbire” ellerinde bulmasıyla başlayan,  “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hocalık yaptığı kürsüde asistan olabilmek amacıyla” İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girmesiyle devam eden ve bugüne kadar şiddetini ve yoğunluğunu artırarak bir ömürdür süren Ahmet Hamdi Tanpınar hayranlığını, dikkatini, ilgisini –şimdilik– bu kitapla noktalıyor. 

Şurası bir hakikat ki, Geç Kalan Adam bir Tanpınar biyografisi. Ama, 
“Hayatı-Sanatı-Eserleri” kalıbını izleyen bildik yazar biyografilerinin bir hayli dışında ve üstünde. Tanpınar’la Kaplan’ın mektuplaşmalarını da içeren, alışılmışın dışındaki romanvari yapısı, elimizdeki metnin biyografi olmaktan çıkıp neredeyse bir otobiyografiye dönüşmesini sağlıyor. 
Biyografi yazarı olarak Kaplan’ın, Tanpınar’ı Tanpınar yapan efsanevi üsluba müthiş hâkimiyetini de her sayfada apaçık görmemiz mümkün. 

Böylece, 20. yüzyılın (neden söylememeli: gelecek yüzyılların da!) Türkçesinin bu büyük ve özel yazarının bütün hayatında “ferdî saadet” ile “fikrî saadet” arasındaki huzursuz gidiş-gelişlerini, sadece o kadar istediği halde ancak 52 yaşında gidebildiği Paris’e değil her yere ve her şeye geç kalışlarını, bir Tanpınar romanı içinde yol alırmışçasına ve herhalde onun da seveceği bir film seyreder gibi takip ediyoruz.


Byzantion’un Romalılarca kuşatılıp işgal edilmesinden gladyatör dövüşlerindeki akla hayale sığmayan ölüm biçimlerine, Hipodrom eğlencelerinden Sodom ve Gomorra’nın son günlerini aratmayacak düşkün yaşamlara ve talihsiz prenseslere açılan yelpazede, İstanbul’un uzak geçmişinin kıvrımlarında yüzyıllardır uyuyan öykülere el atıyor Mehmet Coral. Tüm ölülerine karşın ölmemekte direnen, ölüleriyle birlikte yaşamakta ısrar eden bir dünya kentinin sisli hatıraları arasında geziniyor Başka Bir İstanbul’un Anıları. 
Yazarın usta kalemi, zamanın sonsuzluğu içinde Ege esintilerini de taşıyor sayfalara, tarihin gördüğü en kalabalık rock festivalinden anıları da, özgürlük arayışındaki Puşkin’in sancılarını da… 
Başka Bir İstanbul’un Anıları, Mehmet Coral’ın zaman içinde küllenmemiş öykü ve denemelerinden oluşan özgün ve etkileyici bir derleme.

“Ah evet, sevgili dostum, hiç kuşkunuz olmasın… Konstantinopolis dünyada insan eliyle yaratılmış en görkemli, en varsıl, en güzel kenttir. İnsan türünün dünyevi serüvenindeki köprübaşıdır. Bu yüzden ona Kozmopolis, onu yaşayan insanlarına da Kozmopolitan denmistir.”

Bu kitap Altan Öymen’in yeni bir “anılı” kitabı... 1955-1960 dönemini anlatıyor. Yani, dünyada Soğuk Savaş’ın sürdüğü, gerginliklerin tırmandığı, ihtilallerin yaşandığı bir dönemi... Türkiye’de de iktidar ve muhalefet arasındaki öfkeli ve kavgalı yıllar devam ediyor. Öymen o yıllardaki olayları 20’li yaşlarında bir gazeteci olarak izliyor. O arada evleniyor, askere gidiyor ama gündemdeki olayları izlemeye ara vermiyor... Adnan Menderes’li, İsmet İnönü’lü, Celal Bayar’lı iç siyaset olaylarını... Şah’lı-Süreyya’lı, Faysal’lı dış  olayları... Futbolda Macar Milli Takımı’nı yenişimizi... Ve Macar ihtilali, Irak ihtilali gibi dünyayı sarsan olayları... Ama tabii, kitapta anlatılanların en önemlisi,  Türkiye’yi sarsan bir olay: “27 Mayıs İhtilali.” Öymen, bu kitaba yazdığı önsözde, 27 Mayıs’la ilgili tartışmaların, uzun yıllar boyunca Yassıada kararlarının etkisi altında kaldığını belirterek şöyle diyor: “Bugün rahmetle andığımız Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’a uygulanan idam cezalarına gösterilen haklı tepkiler, o iki döneme de objektif bir şekilde bakmayı büsbütün güçleştirmiştir. Şimdi sanıyorum, 27 Mayıs 1960’tan yarım yüzyıldan fazla zaman geçtikten sonra, o günün öncesini de, sonrasını da daha soğukkanlı ve objektif ölçülerle değerlendirmek mümkündür... Aynı zamanda gereklidir de... 27 Mayıs 1960 gününden sonraki dönem gibi, o günden önceki dönemde de neler olduğu, bugünkü nesiller tarafından iyi bilinmelidir.”

9 Ekim 2013 Çarşamba


1970’li yıllar… Samatya’daki bir evde gerçekleflen üç flüpheli ölüm olayı…
Yıl 2011: Ölümlerin üstünü örten kalın sır perdesini tecrit edildi€i mekânda hatırlayıp yazarak aralamaya çalıflan, 2007 yılında akıl sa€lı€ını yitirdi€i düflünülen, cinayete tam teflebbüsten mahkûm bir yazar... 
Saplantının ötesine geçen, zaman zaman mikro tarih çalıflmasına dönüflen, müthifl bir arafltırma ve iz sürme çabası… 
‹brahim Yıldırım, Bıçkın ve Orta Halli romanındaki “Cinayet, Ülke, Cinnet” izle€ine yeniden dönüyor; polisiye edebiyatın bütün olanaklarını kullanarak okuru kıflkırtıcı, sıradıflı bir yolculu€a ça€ırıyor.

Siz ba€ırtılı, flarkılı türkülü geveze meydanını bofl verin. Samatya iflte böyle bir yerdir; kuytu, gölgeli ve a€zı sıkı bir semttir. Böyle oldu€undan ben de muhabirin karflılafltı€ı engellerin benzerlerini aflmaya çalıflmıfl, ancak insanları konuflturamadı€ımdan ço€u kez istedi€im bilgilere ulaflamamıfl, yıllar öncesine ait sorularıma yanıt vermek yerine yüzüme ürküyle bakan semt sakinlerine derdimi anlatmakta zorlanmıfltım. Üstelik o sıralar Samatya, siyasi bir cinayetin matemini ve tedirginli€ini yaflıyordu. Kısacası çaresizdim: Engelin yamacında durup gazete haberlerine ve internet arflivlerine yönelip kendimce çözümler üretmekten baflka yapaca€ım bir fley yoktu.

İstanbul Dörtlüsü, Kayıp Kuşak, Ölümsüz Antikite gibi roman serileriyle iz bırakan yapıtlar ortaya koyan romancı, öykücü ve oyun yazarı Hikmet Temel Akarsu, edebiyatın derin sularında seyreden okurların yakından tanıdığı bir isim. 
Yazarın üçüncü öykü kitabı Şairlerin Barbar Sofraları, toplumda daima merak duyulan edebiyat mahfillerinin iç dünyasına götürüyor bizi. Dışarıdan parıltılı, ışıltılı, yaldızlı gözüken şairler dünyasının içsel acılarını, özlem ve tutkularını, biçare adanmışlığını, kimi zaman dekadan yaşam tarzını, kimi zaman soylu feragat duygusunu ve çılgınlıklarını gözlerimizin önüne seriyor. 
Şairlerin Barbar Sofraları, hüznün derinliklerinde sürüp giden trajikomik varoluşumuzu benzersiz bir edebi dille anlatıyor. Şairlerin iç dünyası ve yaşam tarzları belki de ilk defa bu denli ironik ve coşkulu bir anlatı dünyasının platosu oluyor.

Bir adam kaç para eder? ‹nsan hayatının bedeli ne kadardır? Kaç para etti€ini bilmek, ölece€in günü bilmek gibi bir fley. Ben yirmi milyon dolar ediyorum. Bu çok fazla. Ancak düflündü€ümden çok daha az. Belki de dünyanın en pahalı adamlarından biriyim. E€er benim yirmi milyon dolarım olsa, onunla ne yapaca€ımı çok iyi biliyorum: Tamamını verir, eski hayatımı geri alırdım; bu kadar etmeden önceki hayatımı. 

Eski mafya üyesi Giovanni Manzoni mahkemede eski arkadaflları aleyhine tanıklık edince Tanık Koruma Programı’na alınır ve yeni bir kimlikle ailesiyle birlikte Fransa’nın Normandiya bölgesine yerlefltirilir.
Manzoni’nin yeni adı: Fred Blake’tir. 
Fred, haksızlı€a u€radı€ını düflünür ve yafladıklarını herkese anlatma iste€iyle yanıp tutuflarak bir kitap yazmaya karar verir. 
Karısı Maggie geçmiflte yafladıklarını unutmak istercesine kendini hayır ifllerine adar. Kızları Belle’in tek derdi güzel olmak ve ilgi çekmektir. 
O€ulları Warren ise babasının yolundan gider. Artık okulda haraç toplamaya bafllamıfltır.

Ve hayatın acı gerçe€i karflılarındadır: Mafyaya bir kez bulaflınca kurtulufl yoktur. Bela pefllerini bırakmayacaktır.

Elinizdeki kitap, Kasım 1922’den Ağustos 1923’e kadar Lozan müzakereleri ve antlaşması üzerine TBMM’de yapılan açık ve gizli görüşmelerin, yapılan oylamaların ve çıkarılan kanunların tam metnini içeriyor. TBMM’nin özellikle gizli oturumlarında muhalefetin Lozan’a yönelttiği eleştirileri, İsmet Paşa’nın, Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’in ve Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın cevaplarını, yapılan oylamaları, kabul ve ret oyu verenlerin listesini bu kitapta okuyacaksınız.

Tutanaklarda görülecektir ki, sadece Misak-ı Milli sınırları ve kapitülasyonlar değil, Musul ve Kürt meseleleri ile laiklik konusu da Lozan sürecinde Meclis’te çok tartışılmıştır.

Taha Akyol, kitaba yazdığı önsözde “Zafer mi hezimet mi?” tartışmalarını ele aldı, ulus-devlet ve laiklik kavramlarıyla Lozan’ın ilişkisini analiz etti. Sefa Kaplan tutanakların dilini sadeleştirerek yayına hazırladı.

Lozan Antlaşması’nın 90. yıldönümünde, Meclis tutanaklarını okumak bugünkü birçok siyasi tartışmayı anlamlandırmak açısından da okurlara değerli bir kaynak teşkil edecektir.

Toplumun farklı kesimlerinden seçilmiş sağlam kimlik ve kişilik sahibi kadınların ele alındığı bu öykülerde, kadın-erkek ilişkisinden kardeşliğe, ana-oğul, usta-çırak, öğrenci-öğretmen ilişkisine varıncaya kadar, her türden insan ilişkisi ele alınıyor, didik didik ediliyor. Böylece, bir öyküde zeytinlik sahibi bir kayınvalide ile gelininin, başka bir öyküde ise kendisi de bir yazar olan anlatıcı erkek ile öykücü kadın kahramanın didişmeli, ama sonuna kadar dürüst ve karşı tarafa saygıda kusur etmeyen sessiz rekabetini izleyebiliyoruz. 
Yılmaz Karakoyunlu, hayata ve başkalarına karşı davranışlarını belirleyen güdülenmeler ne olursa olsun bütün kahramanlarına, tıpkı onların birbirlerine karşı davranışları gibi, nesnelliği elden bırakmadan, sevgiyle ve dozunda bir merhametle yaklaşıyor.

Aşk, dilimizin en yorgun 
sözcüklerinden biri...


1914 yazında Atlantik Okyanusu’nda seyreden görkemli Empress Alexandra bir patlama sonucu sulara gömülür. Geminin yolcularından Henry Winter efli Grace’e alelacele denize indirilen filikalardan birinde yer bulur, kendisi ise gemide kalır. Tıka basa dolu filikanın, kapasitesinin üzerinde kazazede taflıdı€ı kısa sürede anlaflılır. Ço€unlu€un kurtulması için bazılarının ölmesi gerekecektir.

Kazazedeler hayatta kalma mücadelesi verir, filikada iktidar kavgası sürerken Grace sıradıflı yaflamöyküsünü anımsar. 

Hayata Tutunanlar, cankurtaran filikasında geçen gerilim dozu yüksek bir roman. Hakları 25 ülkeye satılan kitap, yayımlandı€ı ülkelerde büyük bir ilgiyle karflılandı; unutulmayacak bir roman kahramanı yarattı. Ülkemiz okurları da cinayet suçundan yargılanan 22 yaflındaki dul Grace Winter’ı tanıdıkça flaflıracak ve onun hayat mücadelesine kendilerini kaptıracaklar.


Charlotte Rogan son derece insani bir özelli€i, kendini aldatma 
becerisini yanıltıcı basitlikte bir gemi kazası ile kurtulma hikâyesi üzerinden anlatıyor.

 J.M. Coetzee

Hayata Tutunanlar’ın edebi seviyesi heyecan verici, hikâyesi ise 
son derece dokunaklı. Romanı bir oturuflta bitirdim. 

Emma Donoghue – Oda’nın yazarı

Harika bir kitap!.. Kitabın ilk sayfalarına göz atan bir okurun kitabı elinden bırakabilece€ini zannetmiyorum… ‹ddialı ancak hileye baflvurmayan bir kitap okumak ne kadar iç açıcı. Yazar konusuna hâkim ve ne yaptı€ını iyi biliyor.    

Hilary Mantel 

2 Eylül 2013 Pazartesi


“İstanbul’daki en parlak zihinlerden biri.” 
Fareed Zakaria, CNN

“Çok cesur ve zarif bir Müslümanca özgürlük müdafaası.” 
Financial Times

“Türkiye’de ve İslami Ortadoğu’da liberal demokrasi imkânları 
üzerine çok orijinal bir yorum.” 
Wall Street Journal


Mustafa Akyol, 2011’de İngilizce yayımlanan ve Türkçe baskısı için gözden geçirdiği kitabında Müslüman dünyadaki “özgürlük açığı”nı ele alıyor. 
Ve şu kritik soruyu soruyor: 
Müslüman dünyadaki otoriter rejim ve akımlar, İslam’dan değil de, acaba dünyanın bu kısmında kökleşmiş siyasi kültürler ve sosyal yapılardan kaynaklanıyor olabilir mi? 
Başka bir ifadeyle, acaba otoriter Müslümanlar, hasbelkader Müslüman olmuş otoriter insanlar mı?
Tüm dünyayı ilgilendiren bu temel sorunun ardından, İslam düşüncesindeki “bireyci” ve “hürriyetçi” damarı gözler önüne seren Akyol, okurlara özgürlükçü bir İslam’ın pekâlâ mümkün olabileceğini de gösteriyor.

İzlanda’dan Surinam’a gidecek Per se, dokuz mürettebatıyla fırtınalı bir akşamda yola çıkar. Geminin el değiştireceği ve mürettebatın bu seferden sonra işten atılacağı söylentileri büyük huzursuzluk yaratmıştır. İçlerinden bir grup gemiye gizlice silah sokup açık denizde motoru durdurma ve şirkete rest çekme kararı almıştır. Şeytan diye bilinen mafya babasının yanlışlıkla gemiye binmesi, korkunç bir cinayet işleyen bir gemicinin sefere katılması işleri iyiden iyiye karıştıracaktır. Per se adeta lanetlenmiş bir gemidir. Mürettebatı ise karanlık, korku dolu bir yolculuk beklemektedir.  

“İnsanı tekrar tekrar başa döndürüp yeni korkulara salan bir roman. Heyecan ve ürperti dolu geceler geçirmek garanti.”

Der Spiegel

“Bir kitap okumak nadiren bu denli korkutucu, karanlık ve tehditkâr hisler uyandırır... Baştan sona artan gerilim, gemide bulunanların içindeki karanlık ve kötülüğü acımasızca ortaya çıkarıyor.”

Die Welt

Osmanlı hanedanı üyeleri, 1924 yılında yurtdıflına çıkarıldılar. Simplon Ekspresi ile ‹sviçre’ye ya da vapurla Beyrut’a giden aile üyeleri, zaman içinde Fransa, ‹sviçre, Beyrut, Mısır, ‹ngiltere, ABD hatta Brezilya gibi farklı ülkelere da€ıldılar. 1952 yılında kadınlara, 1974’te erkeklere verilen Türkiye’ye dönüfl izniyle bazıları ülkeye döndüler, di€erleri ise yafladıkları yerlerde kalmayı tercih ettiler. 

1924’te Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan, dönüfl izni çıktı€ında ülkelerine kavuflan aile üyelerinden pek ço€u artık hayatta de€ilse de onların çocukları ve torunlarından birço€u dünyanın çeflitli yerlerinde yaflamlarını sürdürüyorlar. ‹nci Döndafl ile Ali Serim, Osmanlı ailesinin 12 kadın üyesiyle röportaj yaptılar. Onlardan sürgünden sonra ailelerinin neler yafladı€ını, hanedana mensup olmanın hayatlarında neleri de€ifltirdi€ini dinlediler. Birbirinden farklı kader çizgileriyle de olsa, yaflamöykülerinde sürgünün izini sürdüler. Hürrem Sultan’ın Torunları, bu toprakların hüzünlü hikâyelerinden birini 12 kadının a€zından anlatıyor. Kitabın önemli özelliklerinden biri de, 2012 yılında hayata veda eden Nesliflah Osmano€lu’nun son röportajlarından birini içermesi.    

Boston’daki‭  ‬Çin Mahallesi’nde kesik bir el bulunur‭. ‬Ardından bir binanın çatısında da elin sahibi‭. ‬Simsiyah giyinmiş‭ ‬bir kadındır bu ve boğazı‭ ‬bir kılıçla kesilmiştir‭. ‬Cesedin yanında bulunan susturuculu silah ise akla kiralık katil olasılığını‭ ‬getirmektedir‭. ‬
Araştırmaları‭, ‬Maura Isles ile Jane Rizzoli’yi on dokuz yıl önce Çin Mahallesi’ndeki bir restoranda yaşanan tüyler ürpertici bir katliama ve bu katliamla bağlantılı‭ ‬görünen kayıp kızlara götürür‭. ‬Tanıklıklarına başvuramadıkları‭ ‬bu kızlardan biri‭, ‬bütün olayların kilit noktasındadır ve söyleyecek çok‭ ‬şeyi vardır‭.   ‬

Sessiz Kız‭ ‬Tess Gerritsen’in en iyi romanlarından biri‭.‬”‭ ‬
Associated Press

“Nefes kesici‮…‬‭ ‬Gerilim yüklü‭, ‬heyecan dolu bir macera‭.‬”
Times Record News

Bir tablo hayal edin.
Sanat eseri.
Miras. Size ait.
Tuvali, Türkiye co€rafyası.
Boyası, flehit kanı, alın teri.

Her sabah uyanıyorsunuz.
Gururla seyrediyorsunuz.

Ama, birileri her sabah sizden önce uyanıp o tablonun baflına geçiyor 
ve orasına burasına minik minik fırça darbeleri atıyor.
Her sabah bir minik fırça darbesi.
Usta ifli.
Küçük küçük de€ifliyor tablo.
Aniden de€il.
Milim milim.
Alıfltıra alıfltıra.
Yedire yedire.

Aradan yıllar geçiyor.
Tablo, o tablo olmaktan çıkmıfl!
Komple de€iflmifl.
Dedim ya, kanıksamıflsınız.
Bakıyorsunuz bakıyorsunuz…
Tablo, hâlâ aynı tablo zannediyorsunuz.

Peki ne yapılabilir?
Fark, nasıl fark edilebilir?
Orijinal’in aslında ne kadar de€iflti€i…
Ne hale getirildi€i…
‹lk bakıflta nasıl anlaflılabilir?

Tek çare var. Kıyas.
Tablonun ilk haliyle...
Son halini yan yana koymalı.

31 Mayıs 2013 Cuma




Do⁄an günefl karardı⁄ında,
Geçmifl, çıplak bir kılıç gibi keskinleflti⁄inde,
Japonya artık bir anı de⁄il, 
kâbus oldu⁄unda,
Kaiken’in zamanı gelmifl demektir.

23 Mayıs 2013 Perşembe


Margot kırklı yaşlarının başında ölür ama bu bir son değildir! Çünkü koruyucu bir melek olarak dünyaya geri gönderilir. Hem de kendisinin koruyucu meleği olarak. Hayatını en başından sonuna kadar yeniden yaşayacak olan Margot, yaptığı hataları düzeltmek için büyük bir mücadeleye girişir. Ama onu cehenneme göndermek isteyen iblisler varken kaderinin kontrolünü eline alması sandığı kadar kolay değildir…

Bir Meleğin Günlüğü bize yalnız olmadığımızı hatırlatan modern bir masal. 
Booklist


Sihirli bir dünyanın eşiğinde, parmaklarımın ucuna kalkmış, hayata bakıyorum.
Eski bir aşk, iki erkek, iki şehir; yaşlı bir halanın belleğinin sınırlarında aranan, bulunmaya çalışılan bir yitik yaşam, onun ellerini sımsıkı tutup kaybolmuş bir dünya ile kurulabilen tuhaf bağlantı; İstanbul’un bir rüyada kalmış tüm değişik köşeleri; güneşli ve gölgeli halleriyle annemin sureti.
Aşkın peşine düşüp gidilen çılgın bir Konya yolculuğu. 
Sıcak yaz günlerine dönüşen karlı geceler, gümüş bir tepsi gibi parlayan Eymir Gölü ve kıyısında kulağıma fısıldanan ürkek bir “Seni seviyorum.”
Aşkın bir şehri değiştirişi, kader yumağına takılan bir insanın mutluluğu arayışı, eski insanlar, eski yıllar, eski evler ve onların içinde saklı kalmış rüyalar…
Yaşanamamış aşklar, yıllar sonra siyah beyaz kuğulu bir kartpostaldan bulunup çıkartılmaları; İnkılap Sokak’taki küçük ev, bozkırın bana sunduğu sonsuz gece. Gökte gümüş bir ay. 
Karlı gecelerde hatırladığım anneannem.
Gecenin kocaman bir kara panter gibi kaçıp gidişi.
Kardeşim Mümtaz’ın mavi pelerinli bir kuş olarak sonbahar bahçeme gelişi. 
Kullanılmayan telefon tuşları, birbirine söylenmeyen duygular, ruh sessizliği, durgun fırtına.
Sevdiğim iki şehir arasında bir kâğıt gibi yırtılışım. Duygularda bir nar çatlaması.

Yanıma gel, gözlerime bak, ellerimi tut, “Seni seviyorum” de. Yanımızda Eymir Gölü olsun. Geçmişi bir sihirbazın renkli fuları gibi boynuma sarmış olayım. Sonra Fevzi gelsin, her şeyi bozsun!

9 Mayıs 2013 Perşembe


Fazla kilolarımızın hepsinden kurtulmak ve 
bir daha hiç kilo almamak! 

Kulağa çok hoş geliyor değil mi? 
Hem de sıkıcı bir rutine dönüşen diyet reçeteleri olmadan…
İster baklava ister lahmacun yiyerek…
Günlük menülerinizi özgürce, kendiniz planlayarak…

Yeni bir “mucize diyet” daha mı diyorsunuz belki. 
Demeyin! 
Çünkü Sayarak Zayıfla - 5333 bir diyet yöntemi değil aslında. 
Kalori hesapları yok.
Matematik var bu sistemde.
Yapmanız gereken, kilo-boy ve yaş grubu parametrelerini kullanarak kitapta yer alan zayıflama formüllerinden sizin için uygun olanı belirlemek. 
Ve yemek saatlerinizi keyifli bir oyuna dönüştürmek!
Hepsi bu!

Zonguldakspor, Samsunspor, Beşiktaş, Fenerbahçe, Larisa , Korfu  ve milli takım… Oynadığı her takımda farklı tarzı ve duruşuyla hep çok konuşulan futbolcu Tümer Metin, çocukluğundan başlayarak yaşamını anlatıyor. Ailesi, kahramanları, hayalleri, başarıları, üzüntüleri, hepsi var bu kitapta. Yeşil sahalar, soyunma odaları, çıkış tünelleri, takım arkadaşları, taraftarlar, goller, asistler, unutulmaz maçlar ve şampiyonluklar da…
Tümer Metin Metin Olmak’ta kendi portresini kendi kalemiyle çiziyor, futbolun iç dünyasını alabildiğine samimi bir dil ve açık sözlülükle anlatıyor. 

“Onu sahada ik kez gördüğüm anda ve yıllar sonra saha dışında ilk tanıştığımızda aklımdan aynı cümle geçti: “Diğerlerine hiç benzemiyor. Kaybetmekten korkmadan bildiği yoldan dikine ilerleyip kazanıyor!” Şimdi kendi dilinden Tümer’in futbol hayatını okuyunca o izlenimimin arkasındaki nedenleri daha iyi anladım. Dahası futbol düzenimizin kapalı kapıları gözümün önünde bir bir açıldı. Meraklısı bu kitabı mutlaka okumalı!”

Haşmet Babaoğlu

“Elinizde tuttuğunuz kitap, Tümer Metin’in olduğu kadar oynadığı takımların, o takımların taraftarlarının da hikâyesi…. İç ödeşmeyi, kendisiyle yüzleşmeyi hayat ilkesi yapmış birinden de bu beklenirdi zaten: Yaşadıklarını hepimizle paylaşmak… Bu kitap umarım birçok futbol ve spor adamımıza örnek olur, onlara cesaret verir.”

İbrahim Altınsay

“Futboldaki yaşanmışlıkları Tümer Metin’den dinlemek büyük bir keyif. 
Bu hikâyenin içinde Tümer gibi bir futbolcunun idolü olarak yer almak ise benim için onur verici!”  

Metin Tekin

Yedikleri çocuğunuzun davranışlarını nasıl etkiler?
Aşırı şeker tüketimi hiperaktiviteyi tetikler mi?
Sık tekrarlayan ortakulak iltihabının nedeni gıda alerjisi olabilir mi?
Çocuğunuzun yemek seçmesinin nedeni çinko eksikliği mi? 
Tarım ilaçları ve GDO’lu besinler çocuklarda hangi semptomlara yol açar?

Doğru Yiyecek Sağlıklı Çocuk, kronik çocuk hastalıklarının büyük oranda beslenmeden kaynaklandığını ortaya koyuyor. Anne babalara, çocuklarının gelişimine yardımcı olmak için beslenme kaynaklı sorunları ortadan kaldırabilecek basit ve uygulaması kolay çözümler sunuyor.
Bu kitapla çinkonun çocuk gelişimindeki önemini keşfedecek; glütene ve sütte bulunan kazeine aşırı duyarlılığın ne kadar önemli olduğunu öğrenince şaşıracaksınız. İlaçlara başvurmadan önce hiperaktivite ve kaygı sorunlarına magnezyumla ve balıkyağıyla da çözüm bulunabileceğini fark edeceksiniz. 
Amerika’da “Beslenme Dedektifi” olarak tanınan Kelly Dorfman, anne babalara çocuklarının sağlık sorunlarında bir dedektif gibi iz sürmeyi öğretiyor ve çocukları ilaçlardan kurtarmanın yolunu gösteriyor.



Mehmet Öklü, 2008’de Şişli Kaymakamlığı görevine başlarken, Hükümet Konağı’nın 19. yüzyılın önemli devlet adamlarından Köse Mehmet Raif Paşa’nın Taş Konak’ı olduğunu öğrendi ve yapıyı İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi kapsamında restore ettirmeyi başardı.
Taş Konak’ın Türk edebiyatı açısından da önemi var: Raif Paşa’nın büyük kızı İhsan Raif Hanım (1877-1926), kısa ömrünün değişik dönemlerini bu konakta geçirmişti.
İhsan Raif Hanım, Ahmet Haşim’in “Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım” sözüyle hakkını teslim ettiği öncü bir şair: Beş Hececiler’in “abla”sı. “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime” ve “Neden gülmesin gül gibi yüzler” gibi pek çok şarkıdan hatırlayacağımız bir imza. Ayrıca mitinglerde ateşli nutuklarla, şiirlerle, yazılarla Kurtuluş Savaşı’na destek olan öncü kadınlarımızdan.
Kimseye Etmem Şikâyet, İhsan Raif Hanım’ın hazin hayatını dönemiyle birlikte anlatırken, üçüncü eşi, Fecr-i Âticilerin “Sanat şahsi ve muhteremdir” sözünün sahibi Şahabettin Süleyman’a da önemli bir yer veriyor.


1990’ların ortaları.
İsveç’te yaşanan büyük ekonomik krizin ardından, binlerce kişinin işten atılması ya da iflas etmesinin üzerinden çok zaman geçmemiştir.
Bir seri katil, İsveçli zengin işadamlarını kendi evlerinde, iki el ateşle öldürmeye başlar. Duvara saplanan kurşunlar işin içinde Rus mafyasının olduğu şüphesini uyandırır… Başka bir ipucu da yoktur; katil bir evden alelacele çıkıp geride bir caz müziği kaseti bırakana kadar…
Bu zorlu cinayet vakalarını çözmek için İsveç’in çeşitli bölgelerinden, birbirinden yetenekli altı polis memurundan oluşan, özel bir polis gücü toplanır. Cinayetlerin arasındaki bağlantıyı araştıran A Takımı katili bulmak için müthiş bir takibe koyulacaktır. 

Kemal Anadol’un, önceki romanlarında olduğu gibi, çok sayıda belge, bilgi ve tanıklıktan yararlanarak kaleme aldığı ve Yunanistan’ın 1941-45 arası acılı tarihini işlediği Kasırga “Aera!”, antifaşist direnişin ve İç Savaş’ın isimsiz kahramanlarını ve o kızgın koşullarda yaşanan tutkulu bir aşkı anlatıyor. 
İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın pek çok ülkesi gibi Yunanistan da Nazi Almanyasının işgaline uğradı. 1941’de başlayan işgal sonucu, Yunan Kralı İkinci Georgios Kahire’de İngiltere’nin himayesinde bir sürgün hükümeti kurdu. Aynı sıralarda anakara Yunanistanında ve Ege Adaları’nda Yunanistan Komünist Partisi’nin önderliğinde faşizme karşı direniş başlatıldı. Kurtuluş Savaşı biteli 20 yıl bile olmamışken, geçmişi unutan Türk halkı, casusların cirit attığı bir siyasi ortamda, Hitler’in açlıktan öldürdüğü Elenlere Kurtuluş ve Dumlupınar gemileriyle bin bir güçlükle insani yardım yetiştirmeye çalıştı. 
Kasırga “Aera!”, Anadolu, Balkanlar ve Akdeniz’de yüzyıllardır iç içe yaşayan halkların, savaş cehenneminde savrulup giden hayatların ve ayakta kalmaya çalışan insanların romanı. Baş döndürücü bir hız, can pazarındaki insanlar…  

2 Nisan 2013 Salı


Çocuğunuzun karakterini tanımak, tepkilerini anlamak ve ona nasıl yaklaşacağınızı bilmek için burçlara da başvurabileceğinizi hiç düşündünüz mü? Şimdi burçların rehberliğinde çocuğunuzla mutlu bir hayat sizi bekliyor. Hande Kazanova en vazgeçilmez ilişkimizin haritasını çıkardı.

Hangi burçtan olursa olsun her çocuk bir hazinedir; bu hazineyi koruyup kollamak, geliştirmek de annelere düşer. Tabii önce çocuklarını iyi tanımaları gerekir.
Çocuğunuzla Yıldızınız Barışsın, annelere hem çocuklarını tanımaları, hem de içlerindeki çocuğu ortaya çıkarmaları için yazıldı. 
Bu kitap size çocuğunuzu, kendinizi, hatta annenizi tanımanız için bir kapı aralıyor. O kapıdan girin; çok eğleneceksiniz!


Demek zayıflamak istiyorsun? 

Denemediğin diyet reçetesi kalmadı belki de… 
Mucize formüllerin hepsini ezberledin. 
Peki, neden işe yaramadı dersin? 
Diyetisyenlerden önce bedenine, ruhunun isteklerine kulak vermen gerektiğini 
unuttuğun için olmasın sakın!
Beden-kitle indeksini hesaplamadan önce karnındaki gurultuyu doğru 
okuyamadığın için olmasın!

Hadi bir yolculuğa çıkalım birlikte… 
Her şeye en başından başlayalım…
Sanki kendinden öç alır gibi yemek yiyor, spor salonundan inadına kaçıyor, 
motive olmak yerine kendine sürekli acıyorsan, işte bu kitap tam sana göre!
Bu kitabı okurken ruhsallığın zayıflama süreciyle ne kadar alakalı olduğunu fark edeceksin. Sana ceza gibi görünen kiloların aslında bir ÖDÜL –evet, evet şaka 
değil, bir ödül– olduğunu göreceksin…

Yöntemler ne olursa olsun sorunu çözecek 
olan sadece SENSİN! Çünkü RUHUNU dinlemezsen 
BEDENİNİ doyuramazsın!

Birinin tek kelime etmeden alnını okşadığını hissetti. Bunun onu sakinleştirmesi gerekiyordu belki ama hareketin duyarsızlığı yüreğini dehşetle doldurdu. 
El bedeninde gezinmeye devam etti ve o, karanlıkta titredi. Yüzü olmayan yabancıya direnmesi gerektiğini düşündü bir an. Düşünce geldiği hızla kayboldu. Karanlık çok yoğundu ve onu okşayan eldeki güç tenine, sinirlerine, ruhuna işliyordu. Tek seçeneği boyun eğmekti; dehşet verici bir sezgiyle kavramıştı bunu. 

Sakin tatil kasabası Fjälbacka’da işkence edilerek öldürülmüş genç bir kadın cesedinin, yirmi dört yıl önce hiç iz bırakmadan ortadan kaybolan iki kızın kemikleriyle birlikte bulunması polis teşkilatını harekete geçirir. Ardından Jenny adındaki genç bir kızın daha kaybolması kasabadaki paniği artırır. Kahramanımız Patrik ve ekibi zamana karşı yarışmak zorundadır artık. Yirmi dört yıl boyunca uykuya yatan katil neden tekrar faaliyete geçmiştir? Yoksa Fjälbacka polisi yeni bir katille mi karşı karşıyadır? Bir an önce bu soruların cevabı bulunmazsa, Jenny için çok geç olacaktır.     

“Läckberg İsveç manzarasıyla kan dondurucu korkuyu 
harmanlamakta usta.” 
The Guardian 

“Birinci sınıf bir İskandinav polisiye yazarı tüm dünyada 
en üst sıralara çıkıyor.”                                         
 The Times

Parmak izi nasıl insandan insana farklılık gösteriyorsa, çocuk büyütmek de anneden anneye farklılık gösterir. Bununla birlikte annelikle ilgili bazı temel gerçekler var ki, dünyanın hiçbir yerinde değişmiyor. 
Anne olan bir kadının hayatı ikiye ayrılıyor: Çocuktan önce ve çocuktan sonra. Bir kadının çocuktan önceki hayatında varlığının farkında bile olmadığı bazı kavramlar, çocuktan sonraki hayatında başköşeye oturuveriyor. Doğru bildiği yanlış oluyor, düz dediği tersine dönüyor. Yepyeni bir hayat başlıyor. Eskisine paralel, ama bir o kadar da zıt.
Annelik Her Zaman Tozpembe Değil, Blogcu Anne olarak tanıdığımız Elif Doğan’ın annece deneyimlerinden oluşuyor. Yazarın deyimiyle “Yol gösterme kaygısı yok; dertlere deva, kırıklara onarım gayesi yok”.
Bebeğinizin uyku sorunlarına çözüm önermiyor. Yemek problemi olan çocukları iştahlı yumurcaklara çevirmiyor. Disiplin konusundaki sorularınıza yanıt olmuyor. 
Ama “Yalnız değilim” dedirtiyor, “birileri daha paylaşıyor benimle aynı kaderi.” Kısaca Blogcu Anne, tıpkı blogundaki gibi kitabında da, “Annelik şimdiye kadar yaptığım en güzel ama en zor iş” diyenlerin hislerine tercüman oluyor.

7 Mart 2013 Perşembe


Gittin...
Bir yemin kaldı aramızda
Yarısı senin
Yarısı benim... 

Hasret, izleri Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet öncesi döneme uzanan, gerçek yaşamdan alınmış kırık bir aşkın ve ömür 
boyu süren hasretin öyküsü.

Müslüman bir bey oğluyla bir Rum kızının tüm engellere rağmen filizlenen sevdası, önüne çıkan ne varsa yakıp 
yıkacak güçte bir kora dönüşür. Ancak ayrılık kaçınılmazdır.
Lozan Antlaşması’nın öncesinde imzalanan Mübadele Sözleşmesi, bir buçuk milyona yakın insanı yerlerinden yurtlarından ederken, geride parçalanmış hayatlar, boynu bükük aşklar ve nesiller boyu sürecek hasret hikâyeleri bırakacaktır.
Tıpkı Tacettin’le Patricia’nın hikâyesi gibi...

15 Şubat 2013 Cuma


Necmettin Erbakan’ın Başbakan, Tansu Çiller’in Başbakan Yardımcısı olduğu 1997 yılının 28 Şubat’ında gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısının yankıları, 2013 Türkiyesi’nde de hâlâ sürmekte. Kimilerince “şeriat tehlikesi”ne karşı TSK ve MGK’nın anayasal haklarının kullanımı, kimilerince de “postmodern darbe” olarak nitelenen 28 Şubat kararları, başlangıcından bugüne raporlar, soruşturmalar, davalar, gözaltılar ve tutuklamalarla birlikte anılmaya devam ediyor. 
Araştırmacı-gazeteci ve yazar Saygı Öztürk, tümüyle belgelere dayandırdığı bu son çalışmasında, dönemin ünlü aktörlerinin polis, savcılık ve komisyon ifadelerine yer veriyor, 16 yıllık bir sürecin tüm ayrıntılarını gözler önüne seriyor. Elinizdeki kitap, yalnızca günümüzün “28 Şubat Operasyonu”nu değil, “Ergenekon” ve “Balyoz” davalarını ve Türkiye’de ne olup bittiğini daha iyi anlamak için de eşsiz bir başvuru kaynağı niteliğinde. 
Tansu Çiller’den Çevik Bir’e, İsmail Hakkı Karadayı’dan Meral Akşener’e, Vural Savaş’tan Adil Serdar Saçan’a, Bülent Orakoğlu’ndan Engin Alan’a kadar tüm aktörler, 28 Şubat’ı anlatıyor.

Refahyol dönemindeki birtakım uygulamalar -Başbakan Erbakan’ın ilk yurtdışı seyahatlerini Müslüman ülkelere yapması, Başbakanlık Konutu’nda din adamlarına iftar yemeği verilmesi, Kudüs Gecesi, 
bazı Refah Partili milletvekillerinin ya da başbakanın söylemleri- 
hem askeri hem toplumun bir kesimini kaygılandırdı. 

Sincan’da yürüyen tanklar, rejimi vesayet altında tutan anlayışın demokrasiye “ince” ayarıydı. Genelkurmay, irtica tehlikesini, 
PKK gibi öncelikli tehdit olarak değerlendirdi ve Refahyol’u 
hedef alan brifingler düzenledi. Gazeteler “Bu defa işi silahsız kuvvetler halletsin”, “Ordudan son ihtar”, “Gerekirse silah bile kullanırız” manşetleriyle çıktı. 

MİT’in altyapısını hazırladığı 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı, hükümet için sonun başlangıcı oldu. 28 Şubat Kararları’nın takibi amacıyla, Genelkurmay bünyesinde Batı Çalışma Grubu kuruldu. Herkes fişlendi; eylem planları devreye girdi. Başbakan Necmettin Erbakan 28 Şubat Kararları’na imza attıktan üç ay sonra istifa etmek zorunda kaldı. Refahyol hükümeti devrildi. 

Usta gazeteci Nazlı Ilıcak, “Amacım, 28 Şubat sürecinde yaşananlar hakkında bilgi vermenin yanı sıra, medyanın tavrını da gözler önüne sermek. Bu kitap, genç nesiller ders alsın, demokrasilerde er geç halkın iradesinin galebe çaldığını görsün diye yazıldı” diyor. 

Demokrasiye İnce Ayar, 28 Şubat sürecini öncesi ve sonrasıyla ele alıyor. Özellikle süreçte medyanın rolü üzerinde duruyor. Dönemin gazete manşetleriyle de zenginleşen kitap, arşiv çalışması niteliği de taşıyor.

Boşanma kararı çocuklara nasıl açıklanır?
Çocuklar, yaşanabilecek çatışmalardan nasıl 
uzak tutulur?
Çocukların boşanma sürecine uyumu 
nasıl sağlanır?
Boşanmanın uzun süreli etkileri nelerdir?
Boşandıktan sonra ebeveynlik sorumlulukları nasıl paylaşılır?

Anne babanın boşanması çocukların gelişimini etkiler, duygusal sağlıkları üzerinde kalıcı izler bırakır. Bu dönemde çocuklar hayatlarının bir daha eskisi gibi olamayacağını, artık sevilmeyeceklerini hissederler. En önemlisi de boşanmaya kendilerinin sebep olduklarını düşünürler. Anne babalar bu olumsuz durumları değiştirebilir ve çocuklarının geleceklerini şekillendirebilirler. Buradaki can alıcı nokta, çocukların dirayetini artıran, mutlu bir hayat sürmelerini sağlayan ve duygusal zekâ içeren ebeveynlik uygulamalarıdır. JoAnne Pedro-Carroll otuz yılı aşkın deneyimini ve boşanmayla ilgili en son araştırmalara dayanan tavsiyelerini anne babalarla paylaşıyor ve “Önce çocuklar” diyor.